SOILink

Ünsal Karhan ile Röportaj

Ünsal Karhan ile Röportaj

900 461 SOIL

03.04.2019

1. Türkiye’nin Antarktika operasyonunun amacı neydi? 

Türkiye Antarktika’da politik ve bilimsel konularda söz sahibi olabilmek amacıyla bir süredir yoğun bir çalışma içinde. Bu kapsamda son üç yıldır organize bir şekilde kıtaya bilimsel amaçlı ekspedisyonlar düzenleniyor. Bu ekspedisyonların amacı Türkiye’nin Antarktika Antlaşmalar Sistemi kapsamında danışman ülke statüsüne geçebilmesi ve böylece Antarktika’yla ilgili alınan kararlarda oy hakkına sahip olması (Türkiye şu anda oy hakkı bulunmayan gözlemci ülke statüsünde). Geçtiğimiz yıl bir “Ulusal Kutup Bilim Programı” oluşturuldu ve Şubat 2019’da Türkiye’nin Üçüncü Antarktika Bilim Seferi düzenlendi. Bu sefer (ya da ekspedisyon) Cumhurbaşkanlığı himayelerinde, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı uhdesinde ve İTÜ Kutup Araştırmaları Merkezi koordinasyonunda organize edildi.

017

Bu yılki ekspedisyonun kabaca iki amacı vardı. İlki ve devlet için en önemli olanı Antarktika’da geçici bir bilim üssü kurulmasıydı. Bu geçici bilim üssü (tam adı Turkish Scientific Research Camp) Antarktika Yarımadası’nın batı kıyılarında bulunan Marguerite Körfezi’ndeki Horseshoe Adası’nda kuruldu. Kamp üç adet, içleri yaşam mahali şeklinde düzenlenmiş konteynırdan oluşuyor ve bunlar Türkiye’nin kalıcı üssü kurulana kadar orada kalacak. 

İkinci amacı Antarktika sularında bilimsel araştırmalar gerçekleştirmek ve uluslararası bilimsel işbirliğine açık olunduğunu diğer ülkelere göstermekti. Bu amaç kapsamında benim de dâhil olduğum altı araştırmacı, sekiz araştırma projesinin saha çalışmalarını (örnekleme, ölçüm, vs.) gerçekleştirdiler. İşbirliği kısmında ise bir Bulgar araştırmacı ile 4 kişiden oluşan Şili orijinli bir araştırma ekibine bilimsel çalışmaları için lojistik destek sağlandı. 

2. Ünsal Karhan Türkiye’nin üçüncü Antarktika ekspedisyonunda neler yaptı? 

Antarktika’da Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından desteklenen (ekpedisyondaki tüm araştırma projelerinin finansörü bu bakanlık) iki farklı araştırma projesinin saha çalışmalarını gerçekleştirdim. Bu projelerde Chief Scientist ve Field Researcher olarak görev almıştım. 

018

Projelerden biri çevresel DNA (environmental DNA) araştırmasıydı. Bunun için Antarktika yarımadasının batı kıyılarındaki sekiz lokasyonda bir miktar deniz suyunu özel bir filtreden geçirdim. Amacım deniz canlılarına ait DNA taşıyan partikülleri (dışkı, mukus, kıl, tüy, vs. gibi organizma atıklarını içeren partiküller) filtreleme yoluyla yakalamaktı. DNA taşıyan partiküllerle dolu filtreleri Türkiye’ye getirdim. Şimdi bu filtrelerden DNA ekstraksiyonu yapıp su süzdüğüm lokasyonlarda hangi türlerin bulunduğunu listeleyeceğiz. Bu yöntem herhangi bir bölgede biyoçeşitlilik araştırması yapmanın en zararsız yolu ve gayet etkin. Zira hiçbir canlıyı öldürmeden, hiçbirine dokunmadan hatta hiçbir canlının herhangi bir şekilde strese girmesine sebep olmadan biyoçeşitliliği araştırma imkânı veriyor. 

Diğer proje Amphipoda adında, küçük (0.5‐2 mm) eklembacaklılardan oluşan bir gruptan türlerin genetik özellikleriyle ilgiliydi. Amphipodlar Antarktika kıyı ekosistemi için önemli bir grup. Çok türle temsil ediliyorlar, besin zincirinde önemli bir yerleri var ve çoğu scavenger (leşçil). Proje için yine Antarktika yarımadasının batı kıyılarındaki çeşitli lokasyonlarda gel‐git zonundan amphipod örnekleri topladım. Amphipodlarla ilgili bu projemizin amacı genetik özellikleri üzerinden türlerin ne kadar ve ne hızla çeşitlendiğini, akrabalık ilişkilerini ve popülasyonları arasındaki gen alış‐verişinin düzeyini araştırmak. 

019

Bu iki projenin saha çalışmalarından arta kalan zamanda mümkün olduğu kadar çok fotoğraf çekmeye çalıştım. Karaya çıktığımda işim bittikten sonra etrafta dolaşarak mümkün olduğunca çok gözlem yapmaya çalıştım. Ekspedisyon boyunca uğradığımız üslerde benimle benzer konularda çalışma yapan yabancı araştırmacılarla sürekli fikir alışverişinde bulunup nasıl işbirliği yapabileceğimi değerlendirdim. 

3. Antarktika’dayken neleri özledim? 

Antarktika’da geçirdiğim yaklaşık bir aylık süre zarfında, yoğun aktivite sebebiyle olacak, çok fazla özlediğim bir şey olmadı. Süre daha uzun olsaydı belki bir şeyleri yavaş yavaş özlemeye başlardım. Şiddeti az da olsa özlediğim bir iki şey vardı tabi. Aslında daha çok eksikliğini hissettiğim şeyler desem daha doğru olabilir. Üç maddeye indirgemek gerekirse kedilerim, yakın dostlarım ve kaliteli kahve derim. 

020

4. Döndükten sonra Antarktika’yla ilgili neleri özledim? 

Türkiye’ye döner dönmez, hatta dönüş yolculuğunun sonlarına doğru, kafamdaki en belirgin düşünce “Antarktika’ya fazla zaman geçmeden mutlaka tekrar gitmeliyim” oldu. Benim için bağımlılık yaratan bir yer olduğunu düşünüyorum. Antarktika’yla ilgili en çok özlediğim üç şeye gelirsek; 1) eşsiz ve çok zengin bir doğal yaşamın içinde olmanın verdiği his, 2) her an yeni bir şeyle karşılaşma ve yeni bir şey keşfetme ihtimalini sürekli hissetmek, 3) sınırsızlık ve buna bağlı yoğun özgürlük hissi diyebilirim. 

021

Fotoğraf açıklamaları: 

1: Fur seal, sleeping on floating ice (Photo by: Ünsal Karhan) 

2: A small flock of gentoo penguins (Photo by: Ünsal Karhan) 

3-4-5: Ice, ice, more ice (Photo by: Ünsal Karhan) 

Sosyal Dayanışma. Nasıl?

Sosyal Dayanışma. Nasıl?

900 461 SOIL

Bireylerin kendilerine ve başkalarına saygı duymayı başarabildiği ve ahenkli sesler çıkarabilen bir toplumun hayalini kuran Sennett’e (2005) göre, kişi ancak karşısındaki kişiyi bilmediğini ya da tanımadığını kabul ettiğinde, o kişinin bilinmezliğine ve doğasına saygı duyar. Sosyal dayanışma projelerinin temeline baktığımızda karşılaştığımız temel meselelerden biridir bu, dayanıştığımız kişinin bilinmezliğine ve doğasına saygı duymak: Bir özne olarak kişiyi tanımak, kabul etmek, kulak vermek, dinlemek. Ve dayanışmak! 

Dayanışma kelimesi Türk Dil Kurumu’nda 1. isim Dayanışmak işi, tesanüt: 2. toplum bilimi Bir topluluğu oluşturanların duygu, düşünce ve ortak çıkarlarda birbirlerine karşılıklı bağlanması, tesanüt anlamlarını karşılamaktadır.  Bizler içinde bulunduğumuz sosyal dayanışma projelerinde karşılıklı bağlanıyor muyuz? Yoksa bir karşılık vererek bağlıyor muyuz? Toplumsal meselelere çözüm üretirken sahip olduğumuz ilkesel yaklaşım bizi tam da bu sorunun cevabına götürüyor.

Devletin yükümlülüklerini yerine getirmek konusunda eksik kaldığı noktalarda ya da devlet tarafından sunulan hizmetleri desteklemek amacıyla bir araya gelerek toplumsal sorunlara sahip çıkan topluluklar bu sorunlara sahip çıkarken temelde iki ilkesel yaklaşıma göre farklılaşıyorlar. Bunlardan ilki sahip çıktıkları toplumsal meseleleri birey düzeyinde algılayarak yapısal eşitsizlikleri arka plana atan ve bu doğrultuda hizmet temelli bir yaklaşımla hareket eden topluluklardır. Hizmet temelli yaklaşım, konuya duyarlı bireylerin ya da kurumların iyi niyetleri ve acıma duyguları ile sundukları maddi ve manevi desteği; yardım odaklı bir duruşu temsil eder. Kişinin gücünü önemseyen ve özneliğine saygı duyan bir tutum olan hak temelli yaklaşım ile hareket eden topluluklar ise koşullar ne olursa olsun bireylerin ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimlerini destekleyecek olanakların yapısal olarak sağlanması gerektiğini savunur. Hizmet sağlamaktansa bireylerin ihtiyaç duydukları hizmeti -aslında sahip oldukları hakkı- talep edecek şekilde bireyleri güçlendirmenin ön planda olduğu hak temelli yaklaşımda, bir yardım (ya da hizmet) mekanizmasının olmaması alan-veren ikiliğinin de olmadığı bir alan sağlar. Tutumları, toplumsal sorunları algılama biçimleri ve bu sorunlara çözüm üretme yöntemleri açısından farklılaşıyor olsalar da yelpazenin iki ucunda pozisyon alan bu toplulukların, toplumun türlü sorununa çözüm üretmek amacıyla ortak hedeflerle yola çıkıyor olduğunu yine de unutmamak lazım.

Peki, bizler karşılaştığımız ve aklımıza takıp dert edindiğimiz toplumsal sorunlara çözüm olacak sosyal dayanışma projelerimizi geliştirirken hangi ilkeler doğrultusunda hareket etmeliyiz?

Öncelikle karşılaştığımız toplumsal sorunun öznelerine saygı duyuyor ve meselenin esasını onlardan dinliyor olmalıyız. İhtiyaç tespitinin ve sorunun kaynağını tespit etmenin elzem olduğu bu süreçte, meseleye dışarıdan değil içeriden yaklaşarak sorunun asıl sahiplerinin de katılımı ile adımlarımızı atmamız gerekiyor. Sorunu ve sorunun kaynağını tespit etmemizin ardından bir arada kafa yorarak, çözüm üreterek devam ediyor olacağız. Birbirimizi dinlemek, gerçekten dinlemek, savunmadan dinlemek önemli. Çözümün yalnızca dışarıdan gelecek kaynaklarla sürdürülebilir olmaması ve içerideki kaynakları değerlendiriyor ve güçlendiriyor olmak bu adımda ayrıca aklımızda tutmamız gereken noktalar. Bu çözümle bir hizmet sağlamaktan ziyade model üretiyor olmalıyız. Yani meselenin özneleri ile, onların ihtiyacına yönelik geliştirdiğimiz yöntemi bir model haline getirip bu modeli uygulamak ve yaygınlaştırmak için de emek vermemiz gerekiyor. Böylece dönüştürmeye çalıştığımız bireysel ölçekte bir toplumsal meseleyi yapısal ölçeğe taşıyabiliriz. İşte bu ilkeler, SOIL buluşmalarında en çok önem verdiğimiz, projelerin gelişim sürecinde desteklediğimiz ve benimsediğimiz bir tutum. Bir karşılıklılık yaratmadan, yalnızca karşılıklı sevgi ve saygı büyüterek, hep bir arada dayanışarak toplumsal sorunlara sahip çıkmak!

Oyun ve Yaratacılık Üzerine

Oyun ve Yaratacılık Üzerine

900 461 SOIL

Tıkanmış, ketlenmiş, canlılığını yitirmiş hissettiğiniz oluyor mu? Yaratmak isterken ne yapacağınızı bilmediğiniz anlar, yarattıklarınızı beğenmediğiniz ve hatta sahte bulduğunuz zamanlar? 

İnsan hayatında yaratımın binbir farklı yolu olduğunu söyleyebiliriz. Bu resim yapmak olabileceği gibi, yazı yazmak, bir yakınımızla anlamlı sohbetler içine girmek veya çiçek yetiştirmek olabilir. Peki ne oluyor da yaratıcılığımız ketleniyor? Yaratıcılığın oyun kavramı ile çok yakından ilgili olduğunu biliyor muydunuz? Bunu daha iyi anlamak için pediatrist ve psikanalist Winnicott’un “gerçek” ve “sahte kendilik” kavramlarına bir göz atalım. 

Gerçek ve Sahte Kendilik’

Winnicott’a göre ilk bakımveren ile bebek arasındaki ilişki, bireyin kendiliğinin gelişmesini sağlayan ilk bağlamdır. Bu ilişkide,annenin bebeğin duygularını ve varoluşunu ne kadar kapsayıp kabullenebildiği, bebeğin kendini güvende hissetmesini etkileyecektir. Her türlü varoluş hali kabul gören bir bebek güvende hisseder ve bunun devamında bir “oyun oynama becerisi” geliştirir. Oyun oynamak, özetle canlı, spontan ve gerçek hissetmeyi sağlar ve ancak böyle hissederken oyun oynamak mümkündür. Bu güvenli oyun alanında çocuk kendini, sınırlarını ve dış dünyayı keşfetme fırsatı bulur. Ancak bakımvereni ile güvenli bir ilişki zemini kuramamış ve her hali ile kabul gördüğünü hissetmemiş bir bebek, kabul görmek ve güvende hissedebilmek için kendisini bakımverenin beklentilerine göre şekillendirir. Kabul görmeyeceğini düşündüğü duygularını bastırır, bakımverenin kaygısını veya öfkesini uyandıran kendilik hallerini gizler. Çünkü bebek için var olmak ancak bir ötekiyle ilişki içinde mümkündür ve bu güven duygusunu korumak pahasına bir “sahte kendilik” oluştururak bulunduğu ortama adapte olur. Sahte kendilik geliştirmiş bir çocuğun oyun oynama becerisinin de gelişmemiş olması beklenir ve bu çocuk kendisini canlı ve spontanın aksine içten içe  boş, ölü veya sahte hisseder. 

Oyun Oynama Sanatı

Winnicott’a göre duygusal ve psikolojik iyi olma halinin ve yaratıcılığın temeli bu oyun oynama becerisinin gelişimine bağlıdır. Bu iyilik halini kişinin kendiliğine ve her türlü kendilik hallerine aşina olması ve bu hallere bakmaktan çekinmemesi olarak açabiliriz. Bunu yapabilmek ise yukarıda bahsettiğimiz gibi ancak kişinin kendisini güvende hissettiği ilişkiler bağlamında mümkün olacaktır.  Kişinin kendini güvende ve kabul görüyor hissetmesiyle kişinin oyun oynama becerisi gelişir. 

Oyun oynamak yaratmak demektir. Çocuk oyun oynarken duygularına ve gerçekliğe mesafelenir ve bu mesafe sayesinde onlara bakma ve onları yeniden şekillendirme cesareti bulur. Bu şekillendirme ve dönüştürme aksiyonu da yaratıcılığın ta kendisidir diyebiliriz! Yaratmak oyunculuk gerektirir ve kendimizi gerçek, otantik ve canlı hissetmemiz de ancak yaratıcı bir hayatın içerisinde mümkün olabilir. 

Bunlarla birlikte tekrar düşündüğümüzde, yaratamamak kısaca oyun oynayamamaktır. Oyun oynama becerimizin hiç körelmemesi ve yaratıcılığa imkan tanıyan alanlarımızı çoğaltmamız dileğiyle! 

Winnicott’u daha yakından tanımak isteyenler için:
Oyun ve Gerçeklik, D. W. Winnicott 

Film Yapımında Etik

Film Yapımında Etik

900 461 SOIL

Günümüzde film yapmanın giderek kolaylaştığı neredeyse herkes tarafından dile getirilen bir önerme haline geldi. Teknolojik aygıtların çoğalmasının ve teknik kapasitenin genişlemesinin sanatsal üretimimizi nasıl dönüştürdüğü konusu bir yana, özellikle sinema sektöründe manuel olarak ilerleyen birçok departmanın otomatikleşmesi film yapımının da hızlanmasına sebep oldu. Bu hızlı üretim süreci beraberinde filmlerin daha çeşitli amaçlarla kullanılmasının da yolunu açmış oldu. Artık günlük hayatımızda, derslerde, projelerde, SOIL kamplarında ve daha birçok alanda filmleri kolaylaştırıcı ve güçlendirici unsurlar olarak da kullanmaya başladık.

Bu noktada özellikle SOIL olarak daha önce üzerinde çalıştığımız belgesel sinema konusunda çekim öncesi yapmamız gereken birçok hazırlık olduğunu gördük. Kamera ve mikrofonları nasıl kullanacağımızı öğrenmek, röportajlarımızı yapılandırmak, mekânsal ayarlamaları yapmak ve işleyeceğimiz problematiği yazılı bir hale getirmek başlıca işlerimizden oluyor. Fakat bu projelerimiz atölyelerden çıkıp kamusal bir alanla kesiştiğinde, çevre ve insanlar üzerinde bırakabileceği etki de düşünüldüğünde etik sorumluluklarımızı hatırlamak belki de bir önceki cümlede sıraladığımız işlerin en başında geliyor. Bu konudaki sorumluluğumuzu basitçe 3 adımda çizmek mümkün.

İzin almak

Filmde yer alacak insanlar ve bu insanların mülkiyet hakkına sahip olduğu görüntüler için mümkünse yazılı mümkün değilse sözlü bir şekilde rızası olduklarına dair açık ve net bir onay almak gerekmektedir. Görüntü, ses ve aldığımız diğer kayıtları düzenleyebileceğimizi ve yayınlayabileceğimizi belirterek karşılıklı bir uzlaşı sağlandıktan sonra çekime başlamak mümkün olabilir. İzinlerin tek seferlik olmadığı ve kurgunun herhangi bir aşamasında ya da final halinde insanların izin konusunda farklı beyanda bulunabilmelerine de olanak sağlamak gerekir.

Şeffaf olmak

Film yapım süreci boyunca bu sürece dahil olacak her bileşenin proje yürütücülerini tanıması, filmin nasıl bir amaca hizmet edeceği ve hangi platformlarda yayınlanacağı gibi konularda açıkça bilgilendirilmiş olması beklenir. 

Gerçekliği yansıtmak

Tabi ki film yapmak gerçekliği olduğu gibi aktarmak anlamına gelmiyor. Kullandığımız görüntüler ve teknikler yaşanılan gerçekliği kendi fikrimize yaklaştıran ve ilgi çekici hala getiren seçimler olsa da özellikle belgeselde kaydedilen gerçekliği bozmak veya saptırmak etik ilkelerin dışında yer alan bir davranış biçimi olarak sayılmaktadır.

Bu doğrultuda temel noktamızı, sanatsal çekimler esnasında estetik kaygıların yanında etik kaygıları öncelemek, kendi gerçekliğimizden ziyade çekilen nesnenin gerçekliğini deforme etmeden ortaya çıkarmak ve bunları yaparken de aslında temel insan hakları sınırlarını aşmamak olarak özetleyebiliriz.

Faydalı linkler:
Dijital Dünyanın Gizli Maliyeti

Dijital Dünyanın Gizli Maliyeti

900 461 SOIL

Facebook, Google, Instagram… sadece telefon ve bilgisayar ekranlarında bir ışık gibi görünse de, dijital dünyanın maliyeti tahayyül sınırlarını aşan cinsten! Veri merkezli web sunucuları, küresel karbon emisyonlarının %2’sinden sorumlu ve küresel olarak üretilen elektriğin %3’ünü kullanıyor. Bir başka deyişle, Netflix’ten dizi izlemek, youtube’dan yeni viral olmuş bir videoyu sosyal medya hesaplarımızda paylaşmak, ya da haberleri online takip etmek, aslında öyle görünmese de, atmosferi kirletmenin kolektif yollarından biri. 

Bunun yanında, internetin içinden geçen materyal dolaşımı, sadece karbon emisyonlarıyla sınırlı değil. Bilgisayar ve telefonların, maden çıkarma endüstrisi ile bağını bir kenara koyacak olursak, evimizden ya da telefonumuzdan internete bağlantısı da uydulardan ziyade, okyanus altından geçen iletişim kabloları aracılığıyla sağlanıyor.

pastedGraphic.png

Okyanusların en fazla 7 km altından geçen bu ağ, dünyayı birbirine bağlıyor. Yani siz herhangi bir noktadan, diyelim ki Güney Kore, bir Whatsapp mesajı attığınızda, o mesaj tüm bu kablolardan geçerek, Kanada’ya ulaşıyor. Bu kabloların içinde bulunan bakır, plastik, alüminyum, petrol, vs. tüm materyalleri hesaba kattığımızda, ve bu kabloların dünyayı örümcek ağı gibi sardığını düşünürsek, aslında internete bağlandığımız ekranların arkasındaki metabolizmanın boyutlarını tahmin etmek zor değil. 

Daha fazla okumak için: 
Yeni Nesil Atık: E- Atık

Yeni Nesil Atık: E-Atık

900 461 SOIL

E-Atık

Günümüzde her yıl 50 milyon ton elektronik/elektrik atık (e-atık/e-waste) üretiyoruz; ki bu yaklaşık 5,000 adet Eiffel kulesinin ağırlığına eşit! E-atıktan anladığımız, içine pil/akü koyarak ya da fişe takarak çalıştırdığımız herhangi bir aparat… Buna; buzdolaplarından, elektrik süpürgelerine, çamaşır makinalarından cep telefonlarına, bilgisayarlardan klima cihazlarına hanehalkının kullandığı birçok ürün giriyor–bir de tabii ofislerin (örneğin fotokopi makinaları) ve endüstrinin çıkartmış olduğu atıklar da var… Aslında bu tür e-atıklar geri dönüşüme çok açık (yemek atıklarıyla karşılaştıralım); öyle ki geçen sene tekrar geri dönüştürülen malzemenin değeri yaklaşık 55 milyar abd doları (birçok ülkenin gayri safi milli hasılasından fazla). Ama ne var ki toplam e-atığın sadece %20si geri dönüştürülebiliyor; geri kalanlar diğer çöplerle birlikte ya gömülüyorlar ya denizlere/göllere atılıyorlar ya da yakılıyorlar. Bir kısım çöp de evlerimizde ne yapacağımızı bilmediğimiz için öylesine durmakta! Dünya kişi başı e-atık yılda yaklaşık 6.5 kg; ama bu zengin ülkelerde 15 kg üzerine çıkmakta… Kişi başı e-atık artış hızı en yüksek olan yerler ise gelişmekte olan ülkeler… Tahmin edilebileceği üzere, eğitim seviyesi ve (kısmen ilintili olarak) çevre bilinci yüksek ülkelerde geri dönüşüm oranları da yüksek (Avrupa’da örneğin %40’lara yakın); düşükolduğu yerlerde de düşük (çoğu gelişmekte olan ülkede %10’lara ulaşamıyor).

Geri dönüştürülmeyen ve toprağa gömülen/deniz ya da göllere atılan e-atıkların türüne göre farklı farklı çevre maliyetleri getirmesi söz konusu.

E-atıkların içindeki plastik doğayı en fazla kirleten unsurların başında geliyor. Kimi el-atıkların içindeyse doğayı (havayı/suyu/toprağı) zehirleyen gazlar ve sıvılar olabiliyor. Bunların başında da pillerde kullanılan civa gelmekte. Çöpe atılan ve sonuçta toprağa karışan pilin içindeki civanın toprağı zehirlemesi, yer altı sularına karışması söz konusu… Bir kalem pilin yaklaşık 4 metreküp toprağı zehirlemesinden bahsediyoruz.
Dolayısıyla yapılması gerekenler a) e-atıklarımızın geri dönüştürülmesini sağlamak ve etrafımızı uyarmak, b) elden geldiğince az e-atık çıkartmak üzere tüketimimizi kısmak.
İlgili siteler:
Yolda Olmak

Yolda Olmak

900 461 SOIL

 

Şimdi bir yolun başındayız birlikte. Hoşgeldik.

Düzlükleri uzun yokuşları belirsiz bir yol bu. Bazen yağmur da yağıyor, ayakkabılarımız çamurlu.

Dümdüz bir yolda kolayca yürürken yolun tam ortasında bir şey görüyoruz, bulunduğumuz yerden bakıyoruz o şeye önce, sonra herkes farklı bir yerine geçiyor, farklı yerlerden bakıyor, evet hala tam olarak anlayamadık ama ilk baktığı yerden bakmıyor kimse, yol aynı bizim yönümüz değişmeye başlıyor biraz. Yönümüz biraz değişince yeni şeyler de görüyoruz o yolda. Bazıları gerçekten burada olmamalı diyoruz ama onları da kaldırıp atmıyor kimse, yavaş yavaş anlamaya çalışıyor, inceliyor. Farklı yöntemler geliştiriyoruz bunun için. Bir taş görmüşüz yolda ve taşın resmini yapıyoruz önce. Allah Allah, şarkılar yazıyoruz taşa. Yok hala düzelmedi, yolun ortasında duruyor taş, artık kaldırıp atsak mı diyor birileri? Ama beklemek de heyecanlı bir yandan, taşın üzerine uzun uzun konuşuyoruz. Ne taşmış…

Sabahları spor yapıyoruz hem yokuşlara hazırlık hem düz yolda olanları daha iyi anlamak için… Düz yolda olanları nasıl anlıyoruz soğukta spor yaparak ben de bilmiyorum, zaten yoldaki taşa şiir de yazdık, resmini de yaptık taşın. Ama düz yoldan hala geçemiyor birileri, şimdi anlıyorum derdimiz bu sanırım.

Düz yoldaki her şeyi alıp kaldırsak artık herkes rahatça geçebilir mi? İlk anda belki diyoruz ama ya bu taşlar yeniden gelirse? Nereden geldiklerini anlamak lazım, neden geldiklerini… Belki gelmekte çok haklılar diyip başka yollar aramak lazım, yok belki oturup ikna etmek lazım şimdi bütün bu taşları…

Sonunda herkes farklı bir yerinden farklı bir şekilde bakıyor bu taşa, kimi taşla oyun oynuyor kimi filmini çekmeye başlamış, kimi boyamaya başlıyor taşı… Çok farklı renklerde gözümüze çok farklı görünüyor artık. Hep birlikte yapınca bunu rengarenk bir resim oluyor, üstelik ortak bir amacımız var, bir sürü fikir çıkıyor ortaya, artık düz yollarda daha emin yokuşlara daha hazırlıklıyız. Ayakkabılarımızdaki çamurları silmiyoruz, bize hep o taşları, o yolları, birbirimizi hatırlatsın diye…

Yazar: Gökçe​ ​Babayiğit

Mandala; Sanat Terapilerinin Atası

Mandala; Sanat Terapilerinin Atası

900 461 SOIL

 

Hayatın ve tarihin her döneminde insanoğlu rahatlamaya ve gerek bilişsel ve gerekse duygusal yükünü boşaltmaya ihtiyaç duymuştur. Bu bazen kabilelerde ateş dansı olmuş, bazen de duvarlara çizilen resimler olmuştur. Mandala da bu yöntemlerden biridir. Antik dönemden beri yapılmakta olan, Budizm, Hunduizm ve hatta Caynizm olarak bilinen Orta Asya dinlerinde kullanılan bir meditasyon yöntemidir mandala. Genellikle fazla renkli daireler, iç içe geçmiş motifler ve döngüsel hatlarıyla hemen kafamızda canlanmaktadır. Mandala kelime anlamıyla da zaten daire, dairesel anlamına gelmektedir. Daha çok Budizmin temel felsefesinde gördüğümüz yaşamın döngüsel ritmi, mandalada kendini göstermektedir. Genellikle Budist ve Hindu rahiplerin meditasyon amacıyla boyayla duvara, kağıda, suya ve kumla yaptıkları bilinmektedir. 

 

Mandala; Sanat Terapilerinin Atası

Mandala

Mandala ilk zamanlarda rahiplerin yaşamsal döngülerini ve hislerini kuma aktararak yaptıkları bir meditasyon aracı olarak ortaya çıkmış. Rahipler yogada uzun nefes çalışmalarından sonra isteklerini, arzularını ve duygularını aktardıkları bir meditasyon olarak mandala yaparlar. Mandalalar, sanat eseri olma amacı ve estetik kaygı gütmezler. Ve mandala çizerken rahipler bilişsellikten uzaklaşarak hissedişe geçtiklerini ve duygularını yansıttıklarını ifade etmektedirler. Aslında tamda bu noktada modern sanat terapilerinin temelini atmaktadırlar. Bilişten uzaklaşarak ve hissediş ve kişinin duygularının aktarılmasını sağlayan birçok sanat terapi yöntemi danışanlarını tam da rahiplerin mandala meditasyonuna benzer bir süreç hazırlamaktadırlar. Özellikle son dönemde duyguların sanat yoluyla boşalımının sağlanması için ortaya çıkan birçok terapötik yöntem çıktığı göz önüne alınırsa, mandala dışavurumcu sanatın babası olarak bile anılabilir.  Dışavurumcu sanat terapisinde de katılımcıların duygularını yansıttıkları ve estetik kaygı gütmeden bir sanat eseri yapmaları beklenmektedir. Uzun süren bu terapilerde, kişinin kendini tanıması, içsel kaynaklarına erişimini kolaylaştırması ve içsel kaynaklarını beslemesi amaçlanmaktadır. Böylelikle kişinin dayanıklılığının, kendi hakkında ve çevresi hakkında da farkındalığının da artacağı savunulmaktadır. 

İnsanın bildiklerini ve hissettiklerini dışarıya aktarma ihtiyacı hiç bitmeyen bir döngü olarak sürüp gitmekte ve hepimiz özellikle karmaşıklaşan dünyamızda, içsel kaynaklarımıza ulaşmaya ve kendimizi rahatlatma her zamankinden daha çok ihtiyaç duymaktayız. Ve mandala ile başlayan bu yöntem, bizi daha modern terapötik yöntemler sunan sanat terapiler ile daha çeşitli yöntemlerin ve dünyaların kapısını açmakta. 

Referans: 

Atkins, S., Knill, P. J., Simoneaux, G., Abbs, K., Kalmanowitz, D. L., Huss, E., … & Calderon, J. M. (2011). Art in action: Expressive arts therapy and social change. Jessica Kingsley Publishers.

Dünyamız Bir Plastik Gezegeni mi Oluyor?

900 461 SOIL

Bilim insanları, yoğun üretime başlandığı 1950’lerden bugüne kadar yaklaşık 8 milyar tonun üzerinde plastik üretildiğini hesap etmekteler. Üretim tam gaz devam etmekte bugün için. Üretimin bir kısmını halihazırda kullanmaktayız, bir kısmı çöp yığınları ile birlikte toprağa gömüldü ya da yakıldı, bir kısmı yeniden kullanıma sokuldu ama önemli bir kısmı da okyanuslar dahil etrafımızda çevreye karışmış durumda.

Plastiğin üretimi basit ve ucuz ama yarattığı çevre kirliliği çok büyük; zira plastiklerin biyolojik olarak çözünebilirliği çok zor, neredeyse imkansız. Sorunların başında da denizlere atılan ya da sürüklenen plastik gelmekte. WWF’in raporuna göre, denizlerdeki yaban hayatına insan tarafından verilen zararın yüzde 90’ı plastik kaynaklı. Dünyada 700 deniz canlısı türü plastik tehdidiyle karşı karşıya bulunmakta. Yapılan çalışmalara göre, plastik kirliliği en çok kuşları, balıkları ve deniz memelilerini etkilemekte. Günümüzde Akdeniz’deki 60 balık türünün plastikten  etkilenmekte olduğu bilinmekte. Deniz kaplumbağası türlerinin de plastik atıklardan etkilendiği, hatta Caretta Caretta’ların yaklaşık yüzde 35’inin midesinde plastik poşetlerin (deniz anası zannederek yedikleri için) bulunduğu anlaşılmış durumda. Diğer taraftan, dalgalarla parçalanan ve gözle görülemeyecek denli ufalan plastiği yutan deniz canlılarının vücudunda plastik birikimi olmakta ve besin zinciri üzerinden bu plastikten etkilenenlerin (insanlar da dahil olmak üzere) sayısı çok daha artmakta.

 

WWF 2018 yılını “plastik yılı” ilan ederek, bu konuda farkındalığı arttırmaya ve özellikle tek kullanımlık plastik tüketimini azaltmaya ve geri dönüşümü artırmaya çalışmakta. WWF’in bu konudaki raporuna şu linkten ulaşmak mümkün

http://d2hawiim0tjbd8.cloudfront.net/downloads/plastik_raporu_web_icin_2.pdf

 

Dünyamız Bir Plastik Gezegeni mi Oluyor?

Endonezya açıklarındaki sularda ilerleyen denizatı ve tutunduğu kulak temizleme çubuğu. Fotoğraf: Justin Hofman.

Ekoloji Üzerine Kuş Uçuşu Bir Bakış

Ekoloji Üzerine Kuş Uçuşu Bir Bakış

900 461 SOIL

Bilindiği üzere, yaklaşık 60 sene önce, insanlığın hali hazırdaki seviyedeki üretim ve tüketim alışkanlıklarıyla dünyanın kendini idame ettiremeyeceği—yani bu gidişatın “sürdürülemez” olduğu—şeklinde bir görüş ortaya çıktı ve yıllar içinde bu artan bir hızla gündeme oturdu. “Sürdürülebilirlik” sözcüğü, 1980’lerden beri sıkça kullanılmaktadır; fakat, öte yandan, bu kavramdan tam da ne anlaşılması gerektiği konusunda bir kafa karışıklığı bulunmaktadır. 

Hızlı nüfus artışının ve kişi başına düşen tüketimin her geçen gün artıyor olmasının doğal kaynaklara verdiği hızlı tahribatla, eğer aynı büyüme hızı ve odağı devam ederse yüz sene içinde ciddi bir nüfus ve üretim düşüşü ile karşılaşacağımızı öngören 1972 basımı Büyümenin Sınırları kitabı (Donella H. MeadowsDennis L. MeadowsJørgen Randers & William W. Behrens III, The Limits to Growth, Universe Books, 1972. Çevirisi: Ekonomik Büyümenin Sınırları, İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1978) Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı ile aynı senede yayınlandı. Bu çalışma, hatırlanacağı üzere, katostrofinin önüne geçilmesi için “sıfır büyüme” önermekteydi. Büyümenin Limitleri kitabının “sıfır büyüme” önerdiği yıllarda, ekonomik büyüme kavramının asıl odak noktası olmaktan çıkarılıp “kalkınma”ya önem verilmesi gerektiği fikri de yaygınlaşmaya başlamıştı. 1980’lerden itibaren, birçok çalışmada “sürdürülebilirlik” ve “kalkınma” terimlerinin bir arada, “sürdürülebilir kalkınma” olarak kullanıldığını görmek mümkündür. Sürdürülebilir kalkınma teriminin yaygınlaşması ise 1987 tarihli Brudtland Raporu’nun yayınlanmasıyla gerçekleşti. Rapora göre hem sosyal eşitliğin, hem ekonomik büyümenin, hem de çevrenin korunmasının aynı anda var olduğu bir dünya mümkündü. Rapora göre, sürdürülebilir kalkınma, “gelecek kuşakların kendi gereksinimlerini karşılayabilme yetilerini tehlikeye atmadan bugünün ihtiyaçlarını karşılayabilen kalkınmadır” şeklinde tanımlanıyordu. Bu tanımda vurgu yapılan iki husus bulunmaktadır: Birincisi kalkınmanın bugünkü kuşakların (özellikle de yoksul insanların) temel ihtiyaçlarını gidermesi gerektiğidir. İkincisi de çevre sorunlarının hem bugünkü hem de gelecek kuşakların temel ihtiyaçlarını karşılamalarına engel oluşturabileceğidir. 

Bu amaca yönelik bir patikanın oluşturulması için, 1992 yılında Rio de Janeiro’da toplanan Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı sonucunda, bir eylem planı olarak Gündem 21 (Agenda 21) ve iki sözleşme—Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) ve Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (UNCBD)—oluşturuldu. Ekonomik büyümenin asıl gaye değil, insan hayatının iyileştirilmesinde bir araç olduğu düsturuyla, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), 1990 yılında İnsani Gelişmişlik Endeksini yayınladı. Bu yeni yaklaşım, sürdürülebilirliğin ortalama yaşam beklentisi, eğitim alma oranı, kişi başına düşen milli gelir gibi sosyal boyutuna odaklanıyordu; fakat çevre boyutunu ele almıyordu. Rio’da düzenlenen Çevre ve Kalkınma Konferansı ile 1992 yılında açılan yol, 2000 yılında Birleşmiş Milletler Binyıl Zirvesi’nde Binyıl Kalkınma Hedefleri’nin kabulüyle önemli bir adım attı. 

Sürdürülebilir bir kalkınma için çevreyi korumak ve tahribatı azaltmak hayati olmakla birlikte; çevre, bugünkü sürdürülebilirlik anlayışımızda bu konunun sosyal ve ekonomik boyutlarla birlikte üç olmazsa olmaz boyutundan sadece biridir. Sürdürülebilirliğin çevresel boyutunda çevreye verilen tahribatın azaltılması, doğal kaynakların daha etkili kullanımı ve adaptasyon sürecinden bahsedebiliriz. Sosyal boyut ise bireylerin eşit yaşam ve yaşam kalitesi hakkı, farklı nedenlerle yaşanabilecek dışlanmalar, eğitim, sağlık gibi konuları içerirken; ekonomik performans boyutu ise ulaşım ve haberleşme altyapısı, emek piyasası, ekonomik canlılık ve etkinlik, ar-ge çalışmaları vb. konuları kapsar. Bu kaygıların ışığı altında  2015 yılında Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri hazırlanmıştır.  

Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri; aşırı yoksulluğu sona erdirmeyi, iklim değişikliğini düzeltmeyi ve her bireyin huzur, barış ve refah içinde yaşaması için eşitsizlik ve adaletsizlikle mücadeleyi gayesi yapan, evrensel bir eylem çağrısıdır. Yapılan kapsamlı çalışmalar sonucunda sürdürülebilir kalkınmayı gerçekleştirebilmek için 17 hedef ve bunun alt kırılımlarını oluşturan 169 alt hedef belirlenmiştir  Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri şunlardır: 

Hedef 1. Her tür yoksulluğu, nerede olursa olsun, sona erdirmek. 

Hedef 2. Açlığı bitirmek, gıda güvenliğini sağlamak, beslenme imkânlarını geliştirmek ve sürdürülebilir tarımı desteklemek. 

Hedef 3. İnsanların sağlıklı bir yaşam sürmelerini ve herkesin her yaşta refahını sağlamak. 

Hedef 4. Herkesi kapsayan ve herkese eşit derecede kaliteli eğitim sağlamak ve herkese yaşam boyu eğitim imkânı tanımak. 

Hedef 5. Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak ve kadınların ve kız çocuklarının toplumsal konumlarını güçlendirmek.

Hedef 6. Herkes için suya ve sağlıklamaya erişimi ve suyun ve sağlıklamanın sürdürülebilir yönetimini garanti altına almak.

Hedef 7. Herkes için erişilebilir, güvenilir, sürdürülebilir ve modern enerji sağlamak. 

Hedef 8. Sürdürülebilir ve kapsayıcı ekonomik kalkınmayı sağlamak, tam ve üretici istihdamı ve insan onuruna yakışır işleri sağlamak. 

Hedef 9. Dayanıklı altyapı inşa etmek, sürdürülebilir ve kapsayıcı sanayileşmeyi ve yeni buluşları teşvik etmek. 

Hedef 10. Ülkelerin içinde ve aralarındaki eşitsizlikleri azaltmak. 

Hedef 11. Kentleri ve insan yerleşim yerlerini herkesi kucaklayan, güvenli, güçlü ve sürdürülebilir kılmak. 

Hedef 12. Sürdürülebilir tüketimi ve üretimi sağlamak. 

Hedef 13. İklim değişikliği ve etkileri ile mücadele için acil olarak adım atmak 

Hedef 14. Okyanusları, denizleri ve deniz kaynaklarını sürdürülebilir kalkınma için korumak ve sürdürülebilir şekilde kullanmak 

Hedef 15. Karasal ekosistemleri korumak, restore etmek ve sürdürülebilir kullanımını sağlamak, ormanların sürdürülebilir kullanımını sağlamak, çölleşme ile mücadele etmek, toprakların verimlilik kaybını durdurmak ve geriye çevirmek ve biyoçeşitlilik kaybını durdurmak 

Hedef 16. Sürdürülebilir kalkınma için barışçıl ve herkesi kucaklayan toplumları teşvik etmek, herkesin adalete erişimini sağlamak, her seviyede etkin, hesap verebilir ve kucaklayıcı kurumlar inşa etmek 

Hedef 17. Sürdürülebilir kalkınma için küresel ortaklığın uygulama araçlarını güçlendirmek ve küresel ortaklığı yeniden canlandırmak.

 

Ekoloji Üzerine Kuş Uçuşu Bir Bakış